Özlem

İlk senden öğrenmiştim hatırlıyor musun Taşları? Gizemli gelmişti o zaman. Başka zamanın alfabesiyle başka boyutları anlatıyordu. Seni her “okuma”nda hayranlıkla izlerdim. “Honey..” diye başlardın mesela her cümleye. Sana yakın biri için bakıyorsan taşlara öyleydi en azından. Ellerin senden daha yüksek sesle konuşurdu. Her seferinde. Tırnaklarında hep bir zerafet ve mutlaka kimsenin kullanmaya cesaret edemediği renkte bir oje. Seninle ilgili belki en çok hatırladığım ve özlediğim şeyler, parmaklarını doğanda tam kararında var olan bilgiçlik ve bilgelik karışımı tavırla kullanman ve o renkli ojeler desem? İnanırsın eminim. Ben ki senin en yakın takipçin ve hayranındım, ben bile bozuldum; ojeler kanserojen diye bıraktım artık sürmeyi. Hem de senin gidişinden sonra, ne ironik değil mi?

Kanserin seni yenemeyeceğini düşündüğüm günleri özlüyorum şimdi. Hiçbirimizin yenilmez olduğunu düşündüğüm günleri. Sen yenildiğinden beri ben korkuyorum. Kanserden, kanserin bizlerden birine daha gelmesinden ve yeniden yenilme ihtimalinden. Ve bu ihtimalin düşüncesine bile katlanamıyorum; küçük şeytanları hemen defediyorum kafamdan. Senin meleklerle yanyana resimlerine bakıyorum; capcanlı gülümseyen ve hiç hastalık görmemiş hallerine. Ne güzelsin. Ne genç. Ne kadar neşeli. Parlıyorsun o küçücük çerçevenin içinden eşsiz ışığınla. Son anına kadar parladığın gibi. Odanın içini aydınlatıyorsun. Buradaymışsın – yada telefonun öbür ucunda – gibi.

Seni özlüyorum.

Özlemediğim gün yok.

Seni arıyorum.

Hayattayken aramadığım her güne hayıflanarak…

Yorum bırakın