-Bilal Arslan için…
Kafası uğultularla ve belli belirsiz seslerle bulanık, parlak gün ışığı altında çaresizce gözünü açmaya çalışıyordu. Işık büyülü; insanı en olmadık anlara taşıyabilir ya, tam da öyle oldu. Bir anda yıllar öncesinde, çocukluğunun en dip köşelerinden birinde buldu kendini.
Elinde köyün kütüphanesinden ödünç aldığı, kapağı ellenmeden rafta beklemekten sararmış kitap, en yukarıdan, köyü içine alan kocaman çukura hakim tek tepeden vadiye bakıyordu. Yolu olmayan, daha doğrusu varolan daracık patikasına sadece keçiler ile meraklı çocukların tırmandığı, ağaçların bile erişemediği tepe, tek sığınağıydı o günlerde. O kadar yüksekti ki tepe, köyün sabah güneşini engelleyen, köye kol kanat geren bu küçük dağ parçasını herkes her gün görse de, kimsenin aklına kaybolan keçileri ve gözden kaybolan çocukları burada aramak gelmiyordu. Bu unutkanlığın ya da alışkanlığın tek muzdaripleri, 15 yaşını aşmış olanlardı elbet; insanoğlunun çocukluktan sıyrılmaya başladığında alışmaya da başlamasının en güzel örneği idi, tüm yetişkinlerin her gün gördükleri koca dağı, o tarafa baktıklarında dahi görememeleri.
Oturduğu yerden tüm vadiye hakim o taş üzerinde saatlerce elinden bırakamadan okuduğu kitap, o güne kadar tüm doğru bildiklerini yerle bir ettiğinden, 9 yaşından beri neredeyse her gün geldiği tepeden gördüğü manzaraya, bugüne kadar hiç bakmadığı kadar hülyalı bakıyordu. “Mukadderat,” diyordu kitaptaki bilge hoca öğrencisine “işte tam da bu nedenle Tanrı’nın varlığını değil, yokluğunu gösterir bize…” Kitapta anlamadığı kelimeler yığınla olsa da, kafasında dönüp duran tek cümle buydu. Dünyayı, insanı, onu yaratan Tanrı’nın gücünü, kudretini, günahı, sevabı, kıyameti, cenneti, cehennemi, ahireti ve dünya üzerindeki hayata dair bilcümle kavramı, bitmez tükenmez bir iştahla okuduğu kitaplardan öğrenmişti. Köyde annesinden babasından ve tüm büyüklerden duyduğu safsatalara inanmıyordu elbet; kitaplar onun gözünde artık çok daha muteberdi. Oysa, bu cümle, tam 12 sade kelimeden ibaret bu cümle, tüm öğrendiklerini bir anda değersiz kılmış, yüzlerce basmakalıp kitabın karşısında tek bir güçlü cümlenin bile tüm sistemi çözmeye yeteceğini, doğru kelimelerle Tanrı’nın varlığının dahi sorgulanabileceğini kafasına sokmuştu bir kere. Tam o anda, aklından geçen yüzlerce bulanık düşüncenin arasında bir yerde, birkaç kelime ile zihne ekilen tohumun, köklendikçe toprağı yerinden oynatan ağaçlar gibi, insanın tüm hayatını altüst edebileceği de vardı ve tam da bu tutkulu düşünce onu yazarlığın çetrefilli meşgalesinin içine atmıştı.
Kirpiklerinin arasından inatla sızan ışıkla beraber, gözünü açmaya çalıştığı ana döndü ve yine aynı cümle yankılanmaya başladı kafasının içinde. “Mukadderat…” diyordu birisi; bilge hocanın sesinin, yıllar önce okuduğu kitaptan bu kadar canlı yankılanmasına şaşırdı önce. Etrafındaki uğultu, aynı sesin, “mukadderat, azizim, bunca takla sonrası hayatta kalması mukadderat olur ancak…” dediğini duyduğunda durdu.
Muhteşem bir hikaye çok teşekkürler
BeğenBeğen