Sürpriz

– Tufan Başarır için…

Kapının karşısındaki tahta kolçaklı, kadife kaplı, rahat koltuğunda sessizlik içine pusuya yatmış kedi gibi bekliyordu.  İçindeki sevinçle karışık heyecana rağmen, neredeyse hiç hareket etmiyordu.  Bu haliyle nefes aldığına bile inanmak zordu; evdeki mobilyalar gibiydi, evin gündelik terkedilmişliği ile barışık, sadece duruyordu.  Oysa, apartmanın sesleri hiç duymadığı kadar büyük bir gürültüyle doluyordu evin içine. Sessizlik hakim olsa da genelde apartmana, o oturmaya devam ettikçe her ses büyüyor, önce apartman boşluğunu, sonra evin içini, sonra da onun tüm vücudunu dolduruyordu.  Son iki saattir oturmuş, elindeki küçük kutu ile onu beklerken, heyecanını durduran ve onu sakinleştiren tek şey, dışarıda olup biteni anlamaya çalışmak olmuştu; o yüzden sesleri mümkün olduğunca içine almaya çalışıyordu zaten, kendini seslerin içinde kaybetmeye.  Karşı dairenin kapı zili aşağıdan çalınmıştı mesela az önce; cızırtılı sesli zile karşılık, evin ergen oğlu boğuk ve ilgisiz sesiyle kimin geldiğini sormuş, sonra da otomatla giriş kapısını açmıştı.  Asansörün aşağıdan çağırılması 10-15 saniye, aşağı inmesi ise bir asra yakın, yani 40-45 saniye sürmüştü.  Aynı sürede, karşı dairenin kapısı usulca aralanmış, dışarı doğru terlikle birkaç adım atılmış ve aradaki ışık çıtırdayarak açılmıştı. O anda, geleceğe dair durduramadığı yüzlerce soru tüm zihnini istila etmiş olmasına rağmen, evin kapısı altından içeri süzülen ışığın büyüklüğüne şaşırmaktan kendini alıkoyamamıştı.  Ardından, asansör katta hantal bir gürültüyle durmuş, kapısı açılmış ve bezgin bir ses “selam..” demişti.  Birkaç adım sesi duymuştu apartman yeniden karanlığa ve sessizliğe gömülmeden hemen önce.

Sessizlik, kafasındaki sayısız karmaşık kelimeyi susturmaya yetmiyordu.  Kendi hislerine, son birkaç ayda yaşadıklarına, bundan sonra kendisini bekleyen bilinmeze dair düşünceler yarışıyordu içinde.  3 ay önce tanıştığı adamın, daha bir hafta önce anahtarını kendisiyle paylaştığı evinde, içinde sürpriz barındıran bir küçük kutu ile onun gelmesini bekliyordu o sessizliğin kucağında.  Koltukta oturmuş, dışarıdan gelen seslerde avuntu arayarak, kendini sakinleştirmeye çalışarak bekliyordu. İçindeki heyecanın, yeni bir başlangıca duyduğu özlemden mi yoksa bilinmezlere dair endişesinden mi olduğunu bile ayırdedemiyordu.  Kapının açılmasıyla tüm soruları cevaplanacak, tüm sorunlar çözüme kavuşacakmış gibi bekliyordu.

Karşı komşunun zilinden sonra geçen bir saat boyunca koltuğa mıhlanmış gibi oturmaya devam etti.  Ara sıra, kutunun içindeki küçük patikler gelince aklına, yüzünden bir gülümseme geçiyordu.  Akşam ağır ağır çöktüğü için şehre, evin içi de alacakaranlıktı artık.  Aklından ışığı yakıp beklemek geçse de, bu fikirden çabucak vazgeçti; oturduğu yerden kalkarsa tüm sürpriz bozulacaktı sanki.  Saatler geçtikçe, elleri bir dizlerinde, bir koltuğun kenarlarında dolanıyor, kafasının karışıklığına, içindeki heyecana hareketleriyle eşlik ediyorlardı.  Işık azaldıkça apartmandaki sesler sıklaştı.  Seslerin bir döngüsü olduğunu da yine o sırada keşfetti. Hepsi, karşı dairenin çalan kapısını taklit ediyordu, birkaç ufak ayrıntı haricinde.  İlk sessizlikte asansörün aşağıdan çağrılması, kendi katında durması ve kapının açılması için dua etmeye başladı, sonra çok saçma olduğu için vazgeçti, sonra da duanın yarım bırakılmasının uğursuzluk getireceğinden korkarak kaldığı yerden devam edip duayı tamamladı.

Karanlık, odayı sarıp sarmaladıkça beklemek gücünü tüketiyor, göz kapakları uykuyu çağırıyordu.  Uykuyla savaşı hep çabuk kaybederdi ama bu sefer kararlıydı, kapı zili çaldığında uyanık olacaktı.  Yarı uyur yarı uyanık bir andan daha fazlasını hak ediyordu ikisi de. Uykudan uzaklaşmak için yan daireden gelen müzik sesine kulak verdi bir süre.  Birkaç şarkı sonra o da sustu anlamadığı bir şekilde.  Karnında kelebekler uçuşsa da, mahmur, gözleri karanlığa, zihni durgunluğa alışmış halde beklemeye devam etti.

Apartmanın içinden bir anda eve süzülen tatlı ışık, rahminde günden güne büyüyen bebeği kadar tüm benliğini kapladığı anda, kapıda duyduğu anahtar sesiyle ayağa fırladı.

Aşk

– Aslı Çiftçi için…

Sen uyurken yüzünü izliyorum; gözlerini, gözlerinin etrafında yeni oluşan gülücük izlerini. Hep gülücük değil çizgilerin kaynağı elbet, ama dün geceki keyifli kahkahalarından sonra hayat hep gülümsemekle eş gibi geliyor.  Bundan sonra gözlerimizin etrafındaki her çizgi gözyaşından çok kahkaha barındırsın, her çizgide, güneş ışığı gölgenin serinliğine ağır bassın, hayat bizim gibi aşka düşenlere hep iyi davransın istiyorum.

Uykunda bile nefes alışın bana umut veriyor; uzun süredir kaybettiğim çocukluk arkadaşımı bulmuş gibi neşeleniyorum senin usul soluklarınla.  Belli belirsiz bir hareket olsa da göğsünde, nefesini arada çıkan mırıltılar haricinde duyamasam da, içim coşkuyla doluyor. Senin dudaklarından çıkan her ses gibi, nefesin de benim yaşama sevincim artık.

Uykunun arasında sırtını dönüyorsun bana usulca.  Yüzünü özlüyorum ve hatta alınıyorum biraz, uykuda olduğunu bilsem de.  Bana hiç sırtını dönme istiyorum; uykuda bile beni sayıkla, yüzümü yüzünden ayırma, yatakta beni ara uykunun arasında bile.  Çocukların uyku oyuncakları gibi olayım senin için; elini sürmeden, kokumu almadan huzurla uykuya dalamadığın vazgeçilmezin olayım.  Oysa sırtını, enseni, saçlarını da çok seviyorum ben senin.  Ense traşını, kocaman omuzlarını, dalgalı kısacık saçlarını ne kadar kısa sürede benimsediğime ben bile şaşırıyorum.  Yine de yüz dönünce sen bana, umudum tükeniyor, uykuya küsüyorum, kalkma zamanı diyorum içimden.

Seni uyandırmaktan korkarak kalkıyorum yataktan.  Senin odan, benim mabedim artık; ona yaraşır bir sakinlik var üzerimde.  Sessizce mutfağa gidiyorum, kahveni hazırlamak için.  Mutfağın yan sokağa bakan küçük penceresinden içeriye sızan gün ışığı gözümü kamaştırmaya yetiyor.  Gözlerim yarı kısık, kahve makinasının önünde öylece duruyorum.  Kafam makinanın heybetinden allak bullak oluyor, nereden başlayacağımı bilemiyorum.  El yordamı bir işe yaramıyor, kendimi çaresiz, beceriksizce makinayı kurcalarken buluyorum.  Kurcalamak da işe yaramıyor, gerçekten beceremiyorum, yatağına, senin sıcağına geri dönüyorum.

Usulca uzanırken yanına, “Günaydın” diyorsun.  Yüzündeki mahmur gülümseme içimi açıyor, nefesim göğsüme sığmıyor, odaya bahar geliyor; uyanıyorum.

Sual

– Tuğba Işıker için…

Günün en sıcak saatinde, gölgenin en kuytusuna gizlendim.

Sesini duymayı bekliyordum tam köşeden dönerken, son birkaç aydır hep beklediğim gibi… Sanki her köşebaşında sen bekliyorsun ve ben her seferinde seni tanımadan, görmeden, göremeden, geçip gidiyorum yanından.  Sonra sen ardımdan sesleniyorsun, hafif ikircikli. Ardıma dönüp bakıyorum, sesin gerçekten orada mı diye, hep yaptığım gibi.  Seni görmek ne mümkün, boynumu eğip devam ediyorum sokağın içine.

Girdiğim dar, tenha sokak beni biraz rahatlatır, taş duvarların gölgesi, asmaların hışırtısı, yola akşamüzeri yıkanan avlulardan sızan suyun serinliği az da olsa avutur diye umuyorum. Oysa ki, kokusuyla sıcak yaseminin ve ışığıyla iki ev arasından sızıveren sarı güneşin, tüm yüzüm yanıyor, gölge laftan ibaret kalıyor bir anda.

Soluklanıyorum birkaç adım sonra.  Sokak dar olmasına dar ama pencerelerin her birinin sanki bir başka neşesi var; yaz gününde önlerindeki saksılardan taşan sardunyalar, küpe çiçekleri birbirine nispet yapıyor, kafamın bu karışık halinde bile gözümü alacak kadar gösterişli, rengarenk bir dünya yayılıveriyor içime. Bu evlerin kadınları nasıldır acaba diye içimden geçiriyorum; çiçekleri kadar özenli hayal etmeyi severim kadınları hep zira… Ben kaktüs kadınıyımdır mesela, hep yeşil, emek vermeden yeşil severim; karşılığında katlandığım dikenler acıtmaz.  Kardeşim gibi düzenli, titiz ve bir de ölçülü kadınlar orkide kadınıdır; en narin çiçeğe suyu, güneşi ve ilgiyi tam da ihtiyacı kadar verirler; ondandır hep gövdesi taşıyamaz sandığın kadar çok çiçekli orkideleri, menekşeleri, düzinelerce saksı bitkileri olması… Kimi sadece yeşil aşığıdır, ama saksıya sığdırmaya kıyamadığı için içindeki özlemi, sadece bir tane büyük saksıda kocaman bir benjamin durur evin en güzel köşesinde. Pencerelerin önünü bayram yerine çeviren bir sokak dolusu kadını merak ediyorum; gözlerim pencerelerden geçecek bir karaltı arıyor ama nafile, sessiz sokağın içinde kayboluyorum.

Sükunet tüm sokağa sinmiş, benimse gözlerim yukarı dönük, hala pencerelerde. Bir ses bir gölge geçse keşke diye düşünerek ağır adımlarla ilerliyorum.  Sokağın en içindeki pencerelerden birinden usuldan bir türkü yayılıyor, “…gülüm durnalar ey…  eğer bizi sual eden olursa, boynu bükük benzi soluk yar söyle..” Yar deyince, burnumun direği sızlıyor, sana kayıyor aklım yine. Sükunet kayboluyor, sorular zihnime üşüşüyor, “sen neredesin şimdi? Ya ben, neredeyim ben?” diyorum kendi kendime.