Yüzük

 

“Gidebildiğin kadar git!” dedi şimdi bana… “Uzak ol yeter ki, git… Yalvarırım…”
Sesinin kırgınlığını aynen duyuyorum da, nedir bilmem, vicdan mıdır, acımak mı yoksa hastalıklı bir aşk mı, elimi kolumu tüm vücudumu sarmış, sadece suratına- gözlerine değil- suratına, bakakalıyorum… Sesim çıkmıyor, yüzümde tek bir kas hareket etmiyor, donuyorum. Duruyorum.

Hayatın içinde belli anlarda donmanın sadece travma yaşayanlarda olduğunu sanırdım oysa. Olan bitenden, kendinden bir kopuş yaşayıp, sonra yeniden eski yolunu bulmakta zorlananın sadece zavallı kurbanlar olduğunu… O anda takılı kalmak için, katlanılamaz derecede büyük bir acı yaşayan talihsiz kulların ilahi bir güç tarafından seçildiğini… Ve benim asla o kullardan olmadığımı…

“Allah belanı versin!” diye mırıldanıyor şimdi de. “Allah belanı versin!”
“Allah belanı versin….”

“Versin gerçekten de..”
Kendi kendime tekrar ediyorum ben de… Hakettim gibi geliyor o böyle inatla ve acıyla tekrar ettiğinde… Yüzünde gördüğüm acısını anlayamamak koyuyor içime…. “Seviyordum seni – en azından bir süre…” demek aklımdan geçiyor ama hafif kalıyor onun kıpkırmızı gözlerini görünce, susuyorum…

“Yüzük bile aldın bana şerefsiz, ne biçim herifsin sen, ne boktan herisin sen!!” uçuyor üzerimden tüm karanlığıyla; gözüm eline, fırlatıp bana doğru attığı ancak sekip yatağın altına giden yüzüğün boşluğuna takılıyor. “Onunla tanışmamıştım ki” diyemiyorum… Suçlu çocuk misali önünde eriyorum, dudaklarımı aralayıp tek kelime edemiyorum…

Duruyorum odanın ortasında, birlikte seçtiğimiz yeşil halının köşesinde, ikircikli, adım atmaya ne halim var ne hakkım. Susup dinliyorum.

Sustukça büyüyor aramızdaki mesafe, sesle, nefesle, yolla ölçülemeyecek kadar büyüyor, mesafenin içine düşüp kayboluyorum.

– 13/03/2013 © Burcu Şener Sözer