BİRDENBİRE

– BİLGE ÇİFTÇİ için…

“Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak diye bir şey var” dedi kendi kendine. En kötüsüne yakalandım, hem de hazırlıksız yakalandım diye hayıflanırken, üzerinde incecik bir yağmurlukla baharın en amansız yağmurunun birdenbire fırtınaya döndüğü dakikalarda, taksilerin vızır vızır ama dolu geçtiği caddede tek başına kalakalmıştı. Daracık bir saçak altında beş dakika beklediyse de, üzerindeki yağmurluğun devamlı artan ıslaklığı ile rüzgarın serinliği birleşince, başka bir sığınak için etrafına bakınmaya başladı. Caddenin biraz yukarısında, soluk bir kafe tabelası görünce yüzünden bir gülümse geçti; saçak altlarına sığına sığına attığı hızlı adımlarla birkaç dakikada kapısına varmıştı bile.

Herkes bu havada evine varmak için telaş ettiğinden, kafenin içinde köşe masada elinde bir kadeh viski ile oturan yaşlıca bir adam ile camın kenarında, dışarıdaki tufana aldırış etmeden birbirlerinin gözleri içinde kaybolmuş genç bir çiftten başka kimse yoktu. Etrafta çalışan birileri de görünmediğinden, kendince en sıcak görünen, duvar kenarındaki masalardan birinin yanına iliştirilmiş zarif koltuğa kendini bıraktı. Sığınmak için kendini zor attığı kafede, ilk bakışta gördüklerine hayran olmuştu bile. İçerinin hem ışığı, hem de dekorasyonu başka kafelere hiç benzemiyordu. Duvarlar, limon küfü renkli bir zemin üzerine, her biri elle işlenmiş ufak, yaldızlı motiflerle süslenerek boyanmış ve eşit aralıklarla, antikaya benzer, bronz kaideli, yeşil cam aplikler ile aydınlatılmıştı. Apliklerden sızan hafif sarı titrek ışık, mum ışığı gibi rahatlatıcı ve bir o kadar da hipnotize ediciydi. Koltuklar, irili ufaklı idi ama hepsi kadife kaplamalı, rahat görünüşlü ve toprak tonlarındaydı. Her biri farklı model olsa da, her biri farklı boy ve modeldeki ufak masalar ve sehpalarla yan yana durduklarında, birbirleri için yaratılmış çiftler gibi insana tatlı bir huzur veriyorlardı. “Harika bir yer keşfettim bak, bugün şanslı günüm” diyerek iç geçirdi.

O etrafın tadını çıkartırken, yanında nereden ve nasıl geldiğini fark etmediği uzun boylu biri belirdi. Yakışıklı ve gayet hoş giyimli bu adamın orada çalışan biri olduğuna ihtimal veremediğinden, önüne gülümseyerek bıraktığı küçük kağıdı önce kendisine yazılmış bir not sanarak eline aldı. Loş ışıkta, kim bana not yazar burada diye düşünerek yüzüne yaklaştırdığı kağıdın aslında ufak bir menü olduğunu fark ettiğinde, kendine duyduğu güvene gülse mi ağlasa mı bilemedi. Isınmak için istediği bir fincan latte, koca bir fırtınayı da, bu ufak utancı da unutturabilirdi belki.

Garsonun yanına dönmesini beklerken, çantasından telefonunu çıkarıp annesini aradı. Konuşma sırasında birkaç kere yanına yaklaşıp, konuştuğunu görünce ortadan kaybolan adama ayıp olmasın diye annesinin sözlerini kısa kesip, normalde en az yarım saat süren günlük konuşmalarını 10 dakikaya sığdırmayı başarması biten günün ilk başarısıydı aslında.

Yakışıklı garson, elinde bir fincan sütlü kahve ile yanına gelip masaya fincanı bıraktığında, “Yanlışlık oldu galiba; ben sipariş vermemiştim, bir latte…” diye söylenmeye başlamışken, “Bence bunu özlemişsindir, Didem” cevabını duymaya hiç de hazır değildi. Böylece, bir anda hem yakışıklı hem de tanıdık bir adama dönüşen garsondan mı yoksa çocukluğundan baskına geliveren sütlü kahveden mi bilinmez, yüreği gümbür gümbür atmaya başladı. Hazırcevap ve dik kafalı Didem o anda paramparça oldu, ondan geriye kalan ürkek ve acemi kız sadece “Ben sizi çıkaramadım ama…” diye gevelemeye başladı.

“Ben Emre, Eskişehir’de Tepebaşı’ndaki apartmanda sizin alt katta otururduk, Derya’nın abisi, sen beni hatırlamazsın tabi, ben iki sınıf üstteydim sizden…” dedi Emre. Nasıl hatırlamazdı Emre’yi! Tabi ki hatırlıyordu, o gözleri ömrü boyunca unutmayacağına kim bilir kaç kere yemin etmişti günlüğüne yazarken, kaç kere Derya’dan hatıra diye istediği resimlerin, aile fotoğrafı yerine vesikalık olarak gelmesine karalar bağlamış, kaç akşam yemek saatinde, onu görebilmek için Derya ile ders çalışmayı uzattığı için annesinden okkalı azar işitmişti; hepsinde, susarak acısını içine atmış, kimseye, özellikle de Emre’ye, aşkını göstermemeyi başarmıştı. Ne diyeceğini bilemedi, suratına yayılan saçma gülümseme ile elleri gayri ihtiyari, yüzüne, çocukluğundan beri utandığı, hele Emre’nin görmemesi için dua dahil herşeyi denediği çillerine gitti.

“Yüzünün yıldızları..” diye gülümsedi Emre, çillerine bakarak. Didem dondu, tüm dünya durdu sanki. “Yok yok, baban yıldız tozu derdi onlara, değil mi?” diye sordu bu sefer Emre. Didem’in dili tutulmuş, ne diyeceğini hayal dahi edemeden, şaşkınlıkla Emre’ye bakıyordu. Emre de onun gözlerine dikti gözlerini, “Hiç değişmemişsin, ne güzel…” dedi.

 

Geri dön

Mesajınız gönderildi

Uyarı
Uyarı
Uyarı
Uyarı

Uyarı!

Sürpriz

– Tufan Başarır için…

Kapının karşısındaki tahta kolçaklı, kadife kaplı, rahat koltuğunda sessizlik içine pusuya yatmış kedi gibi bekliyordu.  İçindeki sevinçle karışık heyecana rağmen, neredeyse hiç hareket etmiyordu.  Bu haliyle nefes aldığına bile inanmak zordu; evdeki mobilyalar gibiydi, evin gündelik terkedilmişliği ile barışık, sadece duruyordu.  Oysa, apartmanın sesleri hiç duymadığı kadar büyük bir gürültüyle doluyordu evin içine. Sessizlik hakim olsa da genelde apartmana, o oturmaya devam ettikçe her ses büyüyor, önce apartman boşluğunu, sonra evin içini, sonra da onun tüm vücudunu dolduruyordu.  Son iki saattir oturmuş, elindeki küçük kutu ile onu beklerken, heyecanını durduran ve onu sakinleştiren tek şey, dışarıda olup biteni anlamaya çalışmak olmuştu; o yüzden sesleri mümkün olduğunca içine almaya çalışıyordu zaten, kendini seslerin içinde kaybetmeye.  Karşı dairenin kapı zili aşağıdan çalınmıştı mesela az önce; cızırtılı sesli zile karşılık, evin ergen oğlu boğuk ve ilgisiz sesiyle kimin geldiğini sormuş, sonra da otomatla giriş kapısını açmıştı.  Asansörün aşağıdan çağırılması 10-15 saniye, aşağı inmesi ise bir asra yakın, yani 40-45 saniye sürmüştü.  Aynı sürede, karşı dairenin kapısı usulca aralanmış, dışarı doğru terlikle birkaç adım atılmış ve aradaki ışık çıtırdayarak açılmıştı. O anda, geleceğe dair durduramadığı yüzlerce soru tüm zihnini istila etmiş olmasına rağmen, evin kapısı altından içeri süzülen ışığın büyüklüğüne şaşırmaktan kendini alıkoyamamıştı.  Ardından, asansör katta hantal bir gürültüyle durmuş, kapısı açılmış ve bezgin bir ses “selam..” demişti.  Birkaç adım sesi duymuştu apartman yeniden karanlığa ve sessizliğe gömülmeden hemen önce.

Sessizlik, kafasındaki sayısız karmaşık kelimeyi susturmaya yetmiyordu.  Kendi hislerine, son birkaç ayda yaşadıklarına, bundan sonra kendisini bekleyen bilinmeze dair düşünceler yarışıyordu içinde.  3 ay önce tanıştığı adamın, daha bir hafta önce anahtarını kendisiyle paylaştığı evinde, içinde sürpriz barındıran bir küçük kutu ile onun gelmesini bekliyordu o sessizliğin kucağında.  Koltukta oturmuş, dışarıdan gelen seslerde avuntu arayarak, kendini sakinleştirmeye çalışarak bekliyordu. İçindeki heyecanın, yeni bir başlangıca duyduğu özlemden mi yoksa bilinmezlere dair endişesinden mi olduğunu bile ayırdedemiyordu.  Kapının açılmasıyla tüm soruları cevaplanacak, tüm sorunlar çözüme kavuşacakmış gibi bekliyordu.

Karşı komşunun zilinden sonra geçen bir saat boyunca koltuğa mıhlanmış gibi oturmaya devam etti.  Ara sıra, kutunun içindeki küçük patikler gelince aklına, yüzünden bir gülümseme geçiyordu.  Akşam ağır ağır çöktüğü için şehre, evin içi de alacakaranlıktı artık.  Aklından ışığı yakıp beklemek geçse de, bu fikirden çabucak vazgeçti; oturduğu yerden kalkarsa tüm sürpriz bozulacaktı sanki.  Saatler geçtikçe, elleri bir dizlerinde, bir koltuğun kenarlarında dolanıyor, kafasının karışıklığına, içindeki heyecana hareketleriyle eşlik ediyorlardı.  Işık azaldıkça apartmandaki sesler sıklaştı.  Seslerin bir döngüsü olduğunu da yine o sırada keşfetti. Hepsi, karşı dairenin çalan kapısını taklit ediyordu, birkaç ufak ayrıntı haricinde.  İlk sessizlikte asansörün aşağıdan çağrılması, kendi katında durması ve kapının açılması için dua etmeye başladı, sonra çok saçma olduğu için vazgeçti, sonra da duanın yarım bırakılmasının uğursuzluk getireceğinden korkarak kaldığı yerden devam edip duayı tamamladı.

Karanlık, odayı sarıp sarmaladıkça beklemek gücünü tüketiyor, göz kapakları uykuyu çağırıyordu.  Uykuyla savaşı hep çabuk kaybederdi ama bu sefer kararlıydı, kapı zili çaldığında uyanık olacaktı.  Yarı uyur yarı uyanık bir andan daha fazlasını hak ediyordu ikisi de. Uykudan uzaklaşmak için yan daireden gelen müzik sesine kulak verdi bir süre.  Birkaç şarkı sonra o da sustu anlamadığı bir şekilde.  Karnında kelebekler uçuşsa da, mahmur, gözleri karanlığa, zihni durgunluğa alışmış halde beklemeye devam etti.

Apartmanın içinden bir anda eve süzülen tatlı ışık, rahminde günden güne büyüyen bebeği kadar tüm benliğini kapladığı anda, kapıda duyduğu anahtar sesiyle ayağa fırladı.

Mukadderat

 -Bilal Arslan için… 

Kafası uğultularla ve belli belirsiz seslerle bulanık, parlak gün ışığı altında çaresizce gözünü açmaya çalışıyordu.  Işık büyülü; insanı en olmadık anlara taşıyabilir ya, tam da öyle oldu.  Bir anda yıllar öncesinde, çocukluğunun en dip köşelerinden birinde buldu kendini. 
Elinde köyün kütüphanesinden ödünç aldığı, kapağı ellenmeden rafta beklemekten sararmış kitap, en yukarıdan, köyü içine alan kocaman çukura hakim tek tepeden vadiye bakıyordu.  Yolu olmayan, daha doğrusu varolan daracık patikasına sadece keçiler ile meraklı çocukların tırmandığı, ağaçların bile erişemediği tepe, tek sığınağıydı o günlerde.  O kadar yüksekti ki tepe, köyün sabah güneşini engelleyen, köye kol kanat geren bu küçük dağ parçasını herkes her gün görse de, kimsenin aklına kaybolan keçileri ve gözden kaybolan çocukları burada aramak gelmiyordu.  Bu unutkanlığın ya da alışkanlığın tek muzdaripleri, 15 yaşını aşmış olanlardı elbet; insanoğlunun çocukluktan sıyrılmaya başladığında alışmaya da başlamasının en güzel örneği idi, tüm yetişkinlerin her gün gördükleri koca dağı, o tarafa baktıklarında dahi görememeleri.
Oturduğu yerden tüm vadiye hakim o taş üzerinde saatlerce elinden bırakamadan okuduğu kitap, o güne kadar tüm doğru bildiklerini yerle bir ettiğinden, 9 yaşından beri neredeyse her gün geldiği tepeden gördüğü manzaraya, bugüne kadar hiç bakmadığı kadar hülyalı bakıyordu.  “Mukadderat,” diyordu kitaptaki bilge hoca öğrencisine “işte tam da bu nedenle Tanrı’nın varlığını değil, yokluğunu gösterir bize…”  Kitapta anlamadığı kelimeler yığınla olsa da, kafasında dönüp duran tek cümle buydu.  Dünyayı, insanı, onu yaratan Tanrı’nın gücünü, kudretini, günahı, sevabı, kıyameti, cenneti, cehennemi, ahireti ve dünya üzerindeki hayata dair bilcümle kavramı, bitmez tükenmez bir iştahla okuduğu kitaplardan öğrenmişti.  Köyde annesinden babasından ve tüm büyüklerden duyduğu safsatalara inanmıyordu elbet; kitaplar onun gözünde artık çok daha muteberdi.  Oysa, bu cümle, tam 12 sade kelimeden ibaret bu cümle, tüm öğrendiklerini bir anda değersiz kılmış, yüzlerce basmakalıp kitabın karşısında tek bir güçlü cümlenin bile tüm sistemi çözmeye yeteceğini, doğru kelimelerle Tanrı’nın varlığının dahi sorgulanabileceğini kafasına sokmuştu bir kere.  Tam o anda, aklından geçen yüzlerce bulanık düşüncenin arasında bir yerde, birkaç kelime ile zihne ekilen tohumun, köklendikçe toprağı yerinden oynatan ağaçlar gibi, insanın tüm hayatını altüst edebileceği de vardı ve tam da bu tutkulu düşünce onu yazarlığın çetrefilli meşgalesinin içine atmıştı.
Kirpiklerinin arasından inatla sızan ışıkla beraber, gözünü açmaya çalıştığı ana döndü ve yine aynı cümle yankılanmaya başladı kafasının içinde.  “Mukadderat…” diyordu birisi; bilge hocanın sesinin, yıllar önce okuduğu kitaptan bu kadar canlı yankılanmasına şaşırdı önce. Etrafındaki uğultu, aynı sesin, “mukadderat, azizim, bunca takla sonrası hayatta kalması mukadderat olur ancak…” dediğini duyduğunda durdu.